1334271835-cage-jungcurrents

John Cage

1940’ların sonunda, Avrupa’da, hem müzik hem de ses kültürü açısından büyük önem taşıyan iki akım gelişti: Paris’te Pierre Schaeffer’ın önderliğini yaptığı musique concrète ve Köln’de Werner Meyer-Eppler, Robert Beyer ve Herbert Eimert tarafından ortak bir çalışma ile geliştirilen elektronische musik. Bu iki akım modern elektronik müziğin temelini oluşturmaktadır, bu yüzden müzik açısından önemli bir yere sahiptirler. Bu iki akımın ses kültürü açısından taşıdığı değer ise geleneksel enstrümanları ve müzikal formları kullanmak yerine doğada bulunan ya da elektronik olarak üretilen sesleri, müzik entrümanları ile birleştirerek veya birleştirmeden, çeşitli teknikler icat ederek, bant kayıt ve diğer elektronik cihazları adeta enstrüman gibi kullananarak kompozisyon haline getirmesidir.

Musique concrète, “gerçek müzik” anlamına gelmektedir. Pierre Schaeffer (1910-1995) önderliğinde gelişen bu akımda doğada bulunan ya da hayatta duyabileceğimiz, karşılaşabileceğimiz tüm sesler (dalga sesleri, gökgürültüsü, tren veya araç gereç sesleri vb.) müziğin bir parçası olarak kompozisyonda yer alır. Schaeffer, musique concrète ile, belli bir armoni, ton, ritm veya forma bağlı kalmadan ve “gerçek” sesler kullanarak yepyeni bir müzikal yapı ortaya çıkartmayı amaçlamıştır. Schaeffer, çalışmalarında bant kayıt cihazları kullanmış ve cihazlar ile farklı teknikler denemiştir. İngilizce’de bunlara “tape manipulation techniques” adı verilmektedir. Müzikal kompozisyonlarını gerçekleştirirken makara bantlar ile “loop”lar yapmış ve bunun yanı sıra bantları keserek ve kesilmiş bölümlerin yerlerini değiştirip birbirlerine ekleyerek farklı düzenlemeler ortaya çıkarmıştır. O tarihlerde makaralı bant kayıt cihazları ile yapılan “loop”lar artık günümüzde bilgisayarlar ile yapılmakta ve bir çok farklı müzik türünde kullanılmaktadır. İngilizce’de “tape splicing” adı verilen bantı fiziki olarak kesme işi ise günümüzde bilgisayarlarda sayısal ses dosyaları üzerinde kolaylıkla gerçekleştirilmektedir. Bantı fiziki olarak kestikten sonra “undo” şansı yoktur ancak dijtal sistemlerde bir veya bir kaç adım geriye dönmek çok kolaydır. Bunun yanı sıra, analog sistemlerde bantları kesip, kesilmiş bölümlerin yerlerini değiştirmek mümkündür ancak bir bölüm birden fazla defa kullanılmak istenildiğinde, oluşacak jenerasyon kaybını göze alarak o bölümü bir başka banta veya bantlara kaydetmek gerekir. Dijital sistemlerde ise jenerasyon kaybı gibi bir problem olmadığı için herhangi bir bölüm istenilen sayıda çoğaltılabilir. Schaeffer, analog bantlarla, günümüzde bilgisayarla kolayca yaptığımız “copy-paste” işini başarmıştır. Bunlara ek olarak müzik enstrümanlarının seslerinden aldığı bazı parçaları diğer seslerle birleştirerek kompoziyonlarında kullanmış, bir bakıma “sampling” (örnekleme) işlemi gerçekleştirmiştir.

Musique concrète akımının diğer öncülerinden biri ise Fransız Radyo Televizyonu RTF’de (Radiodiffusion-Télévision Française) Pierre Schaeffer ile birlikte çalışan Pierre Henry’dir. Schaeffer ve Henry’e daha sonraları Edgard Varèse de (1883-1965) katılmış, birlikte çalışmalar yapmışlardır. RTF, Schaeffer’ın girişimleri sonucunda, 1951’de Paris’te bir elektronik müzik stüdyosu kurmuştur.

1953’te, Köln’de, Werner Meyer-Eppler, Robert Beyer ve Herbert Eimert önderliğinde ve NWDR (Nordwestdeutscher Rundfunk; Kuzey Doğu Alman Yayın Kuruluşu) desteği ile bir elektronik müzik stüdyosu kurulmuştur. Elektronische musik akımına ev sahipliği yapan Meyer-Eppler, Beyer ve Eimert’ın stüdyosu dünyanın en tanınmış elektronik müzik stüdyolarından biridir. 20. ve 21. yüzyılların en önemli ve sıradışı bestecilerinden biri olarak kabul edilen Karlheinz Stockhausen (1928-2007), Schaeffer’ın RTF’deki stüdyosundan sonra, burada da çalışmalar yapmıştır. Musique concrète ve elektronische musik akımlarında kullanılan teknikler (bant manipulasyon teknikleri vb.) hemen hemen aynıdır. Bu iki akım arasındaki en önemli fark, musique concrète akımında doğal, endüstriyel, kısaca günlük hayatta karşılaşabilinecek seslerin kullanılması, elektronische musik akımında ise osilatör, ton üreteci gibi çeşitli cihazlar aracılığıyla tamamen besteciler ve mühendisler tarafından elektronik olarak üretilmiş sinyal ve seslerin kullanılmasıdır.

Avrupa’da bu gelişmeler olurken New York’ta John Cage, Morton Feldman, Christian Wolff ve Earle Brown, Music for Magnetic Tape Project (Manyetik Bant için Müzik Projesi) adlı bir çalışma grubu kurmuştur. Bu grubun kullandığı bant manipulasyon ve diğer teknikler musique concrète ve elektronische musik akımlarında kullanılan teknikler ile aynıdır ancak grubun kompozisyon teknikleri bu diğer iki akımdan farklılık göstermektedir. İlk yaptıkları projede manyetik bant parçalarına kaydedilmiş 600 farklı ses kullanmışlar ve bu bant parçalarının sıralarını rastlantısal olarak belirlemişlerdir. John Cage, sonraları, yazımı veya icrası kısmen ya da tamamen şans ve rastlantısallığa dayalı eserler ortaya koymuştur.

John Cage (1912-1992) denilince akla gelen ilk eser muhtemelen 4’33” (1952) adlı parçadır. Dört dakika ve otuzüç saniyelik sessizlikten oluşan ve birçokları tarafından “sessiz parça” (“silent piece”) olarak adlandırılan, herhangi bir enstrüman veya enstrüman grubu için bestelenmiş bu parça, 1950’lerde yazıldığını düşünürsek, provakatif olarak tanımlanabilir. 4’33” ilk defa 29 Ağustos 1952 tarihinde piyanist David Tudor tarafından New York’ta yorumlanmıştır. Tudor, dört dakika otuzüç saniye boyunca tek bir nota bile çalmadan piyanonun başında oturmuştur. Parça süresince Tudor sadece bölümler arasında piyanonun kapağını açıp kapatmış, başka herhangi bir hareket yapmamıştır. 4’33” ile Cage, yorumcuyu susturup dinleyicinin ilgisini çevresindeki seslere (konser salonunda diğer dinleyicilerin çıkardığı fısıltı, öksürük ve benzeri seslere) çekmiş, bu seslerle ile rastlantısal bir kompozisyon yaratmış, aynı zamanda dinleyiciyi eserin bir parçası haline getirip etkileşimli (interaktif) bir ortam oluşturmuştur. Cage’in eserleri hem ses kültürü ve bu kültürün gelişimi açısından hem de interaktif ve multimedya teknolojilerinin askeri uygulamalar dışındaki alanlara taşınması ve uyarlanması adına temel oluşturması bakımından büyük önem taşımaktadır.

Cage’in “sessiz parçası”nı yazdığı yıl, New York’ta bulunan Columbia Üniversitesi’ne Ampex marka bir bant kayıt cihazı alınmıştı. Müzik fakültesi öğretim üyelerinden Vladimir Ussachevsky (1911-1990) bu cihazla denemeler yapmaya ve cihazı sadece kayıt için değil müzikal kompozisyonlar için bir entrüman olarak kullanmaya başlamıştı. Ussachevsky, 28 Ekim 1952’de Otto Luening (1900-1996) ile birlikte Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ilk tape music (bant müziği) konserini vermişlerdir.

20 Şubat 1959’da Columbia ve Princeton üniversitelerinin ortak çalışması ve Rockfeller’ın 175 bin dolar tutarındaki maddi yardımı ile Columbia-Princeton Electronic Music Center (Columbia-Princeton Elektronik Müzik Merkezi) kurulmuştur. 1960’larda dünya çapında ün ve saygınlık kazanan merkezin ilk yöneticileri Ussachevsky, Milton Babbitt (1916-) ve Luening’dir. Merkezde çalışmalar yapan ilk besteciler arasında Bülent Arel de bulunmaktadır. Arel (1919-1990), 1959’da Rockefeller bursuyla New York’a gitmiş ve Columbia-Princeton Elektronik Müzik Merkezi’nde çeşitli projelerde görev almıştır. 1962’de Edgard Varèse ile Varèse’nin “Desert” adlı eseri üzerinde çalışmıştır. Daha sonra Türkiye’te dönen Arel, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde bir elektronik müzik laboratuvarı açmak istemiş, bu gerçekleşmeyince Amerika’ya dönmüş ve Yale Üniversitesi’nde kendisinin tasarlamış olduğu bir elektronik müzik stüdyosu kurmuştur.

Avrupa’da musique concrète ve elektronische musik akımları altında ve Amerika’da John Cage ve arkadaşları ile Columbia-Princeton Elektronik müzik Merkezi’nde yapılan tüm bu çalışmalar günümüzdeki modern elektronik müziğin temelini oluşturmaktadır. Bir adım daha ileri giderek bu çalışmaların, içinde elektronik ve dijital unsurlar bulunan tüm müziklere, en azından kullanılan teknikler olarak, öncülük ettiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu çalışmalar sadece müzik olarak değil müzik ve ses teknolojileri açısından da büyük önem taşımaktadır. Bunun yanı sıra bu çalışmalar, geleneksel entrümanlar ve müzik formlarını kullanmak yerine doğal, endüstriyel ve elektronik olarak üretilmiş ses, sinyal ve gürültülerden müzikal kompozisyonlar oluşturmuş, bu sayede ses kültürü ve ses çalışmalarına da büyük katkıda bulunmuşlardır.

Bu yazı Sound dergisinin 2010 Mart sayısında yayınlanmıştır. © 2010 Ufuk Önen. Bu yazının tüm hakları saklıdır. İzinsiz olarak kullanılamaz, kaynak gösterilmeden ve link verilmeden alıntı yapılamaz.