“Şimdiki gençler çok şanslı.” “Bizim zamanımızda hiçbir şey yoktu, ne zorluklar çektik.” “Bugün sizin sahip olduğunuz imkanlar bizde olsaydı neler yapardık neler!” Her jenerasyon, bir önceki jenerasyondan bu veya buna benzer sözler duymuştur. Aslında bir bakıma doğrudur da… Son gelen jenerasyon daha önce gelenlerin inşa etmiş olduğu altyapı ve yarattığı imkanlar üzerinden gittiği için kendisinden öncekilerin karşılaştığı zorlukları otomatik olarak aşmış oluyor. Ama tabii bu demek değil ki son yani mevcut jenerasyon için her şey toz pembe ya da her yer güllük gülistanlık. Her zamanın, her devrin, her neslin kendine göre problemleri ve zorlukları var. Bu, her alanda olduğu gibi müzik için de geçerli.
Ben sizi bu yazıda geçmişe doğru ufak bir yolculuğa çıkartmak istiyorum ama hemen belirteyim, amacım kesinlikle “biz zamanında çok zorluklar çektik, şimdiki gençler çok şanslı, çok rahat” gibi bir mesaj vermek değil. Yukarıda da yazdım, tekrar ediyorum, her dönemin kendine göre zorlukları var. Önemli olan sizden öncekilerin açtığı yolda yürüyüp, yolun bittiği yerde işi devralıp sizden sonra gelenler için yeni yollar açmak.
Bu arada, şunu da belirtmeden geçemeyeceğim… Elimden geldiğince yeni yapılan müzikleri takip ediyorum, çevremde ya da Türkiye genelinde yeni kurulan, genç elemanlardan oluşan gruplara bakıyorum, hatta lise gruplarına yönelik yarışmalarda jüri üyeliği yapıyorum. Çok iyi müzisyenler ve gruplar görüyorum ve bu beni gerçekten çok mutlu ediyor. Peki, teknoloji ve imkanlar sayesinde mi yetişiyor bu iyi müzisyenler? Hayır! Ancak şöyle bir şey var, teknoloji ve eldeki imkanlar sayesinde kabiliyetli müzisyenler, eğer çalışkanlarsa ve ellerindeki imkanları değerlendirmeyi de biliyorlarsa çok hızlı yol alıyorlar. Sonuç olarak yine kabiliyet, çalışkanlık ve bu işe tutkuyla bağlanmak şart ancak bugünün teknolojisi ve imkanları genç müzisyenlerin basamakları daha hızlı çıkmasına yardımcı oluyor. Yarışmalarda bakıyorum, bazı liseli gruplar, 80’lerde veya 90’lardaki üniversiteli iyi grupların seviyesinde müzik yapıyor. Bu, bence, harika bir şey!
2009’un yazında üç arkadaşımla beraber Ankara ve rock müzik üzerine bir belgesel yapma fikri ortaya attık. Çalışma başlığı olarak da şunu seçtik: Gri Değil, Siyah! Ankara Rocks! Araştırma ve planlama sürecinden sonra 2010 yılında röportajlara başladık. Proje hala devam ediyor. Sadece müzik yapımı konuşmuyoruz ama ben burada Ankara Rocks için yaptığımız röportajlarda, müzik yapımı ile ilgili konuştuklarımızdan küçük bir kesit vermek istiyorum sizlere.
Benim jenerasyonum, yani 80’lerde müzik yapmaya başlayan jenerasyon, o yıllarda müziğe, müzik aletlerine, prova ve kayıt imkanlarına çok zor ulaşırdı. Her şey için savaşmamız, hep kendimize yol açmamız gerekirdi. Geçenlerde çok eskilerden arkadaşım Buğra Karabey (Lychgate, Tayga) ile sohbet ediyorduk, şöyle biz benzetme yaptı: “Biz kuzey denizindeki buzkıran gemiler gibiydik.” Bence çok doğru… Buzları kıra kıra kendimize yol açmaya çalışıyorduk.
1980’lerde bizim imkanlarımız çok kısıtlıydı ancak bizden öncekilerin işi daha da zormuş. Ankara Rocks için yaptığımız röportajlarda Ankara’nın duayen isimlerinden Sadık Sağlam (Axe, King Bees, Nightlife vb.) 70’lerde nasıl prova yaptıklarını anlattı bize: “[Ankara] Ulus’ta Yiba Çarşısının altında, araba tamir edilen yerlerde biz provalar yapardık. Kiralardık orayı. Tabii oranın da pencereleri filan kırık, kışın biz atkılarla, eldivenleri kesip, soğukta üşüye üşüye provalarımızı yapardık.” Araba tamirhaneleri, depoşar, Cebeci Stadı’nın kalorifer dairesi, diğer benzeri yerler, kısaca gürültünün problem olmayacağı her yer onlar için prova stüdyosuymuş. Buna düğün salonları da dahil. Ankara’nın köklü rock bas gitaristlerinden Mehmet Öztürk anlatıyor: “O zaman çalışacak yer yoktu, biz de düğün salonlarına gidip sizin orkestranız olalım, düğün olmadığı zamanlar burada prova yapalım diye işe başlıyorduk . . . Tabii herifler ‘çok gürültü yapıyorsunuz kardeşim’ falan diyorlardı.”
Biz 1980’lerde bizden öncekilere göre daha iyi durumdaydık. İyi durumdaydık diyorum çünkü saat ücreti karşılığında kiralayabileceğimiz prova stüdyoları vardı. Vardı ama bu stüdyoların ve içindeki müzik aletleri ile diğer cihazların durumları gerçekten içler acısıydı. Ankara Rocks için yaptığımız röportajların birinde Mete Kuteş (Hazy Hill, Kara Kedi) bu stüdyoların durumunu o kadar iyi aktardı ki, dokunmadan aynen buraya ekliyorum: “O dönemki stüdyolar, hakikaten felaketti diyebilirim. Şu andakilerle karşılaştırılmaz bile. Mesela şimdi bütün stüdyolarda klima var ki bundan 20 sene önce hayal bile edemezdiniz böyle bir şey. Her şeyi geçin, bunlar ya depo olarak düşünülen yerlerdi, yerin altına girerdiniz, böyle acayip yangın merdiveni gibi bir şeyi döne dolaşa inerdiniz, ya da kömürlük olarak düşünülmüş mekanlardı. Rutubetli, iğrenç sigara kokuları altında… Hiçbirinde amfi bulunmaz, enstrüman bulunmaz. Davul denilen şey, uzaktan davula benzer ama başına oturduğunuz zaman deri namına bir şey taşımayan, üstünde kat kat bant, ziller kırık, ayaklar yalama, sound yok, vokal gelmez, gitar gelmez, o gelmez, bu gitmez, felaket…”
Zaman içinde bazı üniversiteler, özellikle Hacettepe ve ODTÜ, öğrencilerinin kurduğu gruplara destek vermeye başladı. 80’lerde Ankara’nın en sıkı gruplarından Dr. Skull, Hacettepe Tıp’ta okuyan dört öğrenciden oluşuyordu. Skull’ın başındaki “Dr.” ünvanı da buradan gelmektedir. Dr. Skull’ın Hacettepe Üniversitesi’nde bir müzik çalışma odası vardı. Diğer gruplar kiralık stüdyolarda saat sınırlamalarına bağlı kalırdı; hem zaten sayısı az olan stüdyolarda yer bulmak zordu, hem de saat başına ücret ödenirdi, bu da öğrenciler için çok da kolay bir şey değildi. Dr. Skull, Hacettepe Üniversitesi’nin kendilerine verdiği çalışma odası sayesinde bu zorluğu aşmıştı. Dr. Skull’ın davulcusu Alper Yarangümeli o dönemlerin imkanları göz önüne alındığında çok şanslı bir grup olduklarını belirtiyor… “Hacettepe de bir çalışma odamız oldu bir şekilde. Biz çok şanslıyız o açıdan. Ve çok çalışıyorduk. Yani mesela album öncesinde günde 8 saat çalıştığımız zamanları hatırlıyorum ben . . . Bu, bizim için şanstı ama diğer gruplar bu kadar şanslı değildi. Herkesin böyle istediği zaman gidip çalışabileceği [yer yoktu], stüdyolara gidiliyordu, oradaki aletler tabii yüzlerce kişi üzerinden geçtiği için çok iyi durumda olmuyordu.” Daha sonra gülerek bazı çalışma odalarında davulların bahçeden toplanan dallarla çalındığını hatırladığını söylüyor ve ekliyor, “acayip bir şey tabii… Şimdi insan düşünemiyor da…”
Bugün bir dizüstü bilgisayar, bir ses kartı, bir program (yazılım) ve birkaç mikrofonla grubunuza bir “demo” kaydedebilirsiniz. Kayıt muhteşem olmasa da en azından grubunuzun parçalarını dinletebileceğiniz bir “demo” yapabilirsiniz. 70’lerde, 80’lerde ve 90’ların ortalarına kadar kayıt yapmak için ya profesyonel bir stüdyoya gitmek gerekiyordu ki bunların ücretleri öğrencilerden oluşan bir grup için oldukça yüksekti (o zamanlar orta fiyatlı stüdyolar yoktu), ya da tamamen “ev çözümleri” ile bir şeyler yapmak zorundaydınız. Tolga Ergin, Dark Phase’in ilk demosunu birlikte nasıl kaydettiğimizi anlatıyor: “90 yılında yaptığımız demo, aslına bakarsanız dünyadaki örnekleriyle kıyaslandığında, evet, bir kanallı kayıttı. Ama, gülümsüyorum çünkü ilkel şartlarda gerçekleştirilmiş, çok enteresan bir kanallı kayıttı. Prova stüdyosuna gidip ilkel bir kaydediciyle iki üç enstrüman kaydettik . . . Ufuk [Önen] bizim kaydımızı gerçekleştiriyordu. Daha sonra, bir arkadaşımızın evine gidip teybinin üzerine bir mikrofon bağlayıp vokalleri kaydetmiştik. Sonra, yine o teybe solo gitarları kaydetmiştik.”
Aslında batıda o dönemler kasete 4 kanal kayıt yapan cihazlar oldukça yaygındı ancak Türkiye’de pek bulunmuyordu. Tolga’nın bahsettiği cihaz, üzerinde mikrofon girişi olan çift kasetçalarlı bir “teyp”ti. Cihazın bizim için en değerli özelliği sol tarafta çalan kasetin çıkışı ile mikrofon girişinden alınan sinyali birleştirip sağ taraftaki kasete kaydedebilmesiydi. Biz de prova stüdyosunda kasete aldığımız kaydı (davul, gitar, bas gitar) cihazın sol tarafında okuturken aynı anda mikrofon girişinden bağladığımız bir mikrofonla vokalleri sağ tarafta başka bir kasete kaydettik. Böylece sağ taraftaki kasette, prova stüdyosunda kaydedilen davul, gitar ve bas gitar ile birlikte vokaller de oldu. Sonra o kaseti sol tarafa taktık, mikrofon girişinden solo gitarın sinyalini aldık, sol taraftaki kaseti “monitör ederken” üzerine solo gitarı çaldık ve bunları sağ tarafa kaydettik. Solo gitarların kaydı ile birlikte sağ taraftaki kasette, demo “kendinden miksli” bir şekilde hazır oldu.
Belki ileriki tarihlerde Ankara Rocks için yaptığımız röportajlardan müzik teknolojisi ve müzik yapımı ile ilgili bazı kesitler paylaşırım yine sizlerle. Yazının başında da belirttiğim gibi amacım kesinlikle “biz zamanında çok zorluklar çektik, şimdiki gençler çok şanslı, çok rahat” gibi bir mesaj vermek değildi. Sadece o dönemleri yaşamamış olanlar için o zaman bu işler nasıldı, biraz bilgi vermek istedim. Anlatması zevkli… Nostalji arada bir çok güzel geliyor… Ama o kadar! Ben bugünün ses ve müzik teknolojisi imkanlarından çok memnunum.
Ses ve müzik teknolojileri, müzik prodüksiyonu, ses tasarımı ve benzeri alanlar ile ilgili haberler, düşünceler ve paylaşımlar için beni Twitter’da takip edebilirsiniz: https://twitter.com/UfukOnen
Bu yazı Sound dergisinin Haziran 2012 sayısında yayınlanmıştır. © 2012 Ufuk Önen. Bu yazının tüm hakları saklıdır. İzinsiz olarak kullanılamaz, kaynak gösterilmeden ve link verilmeden alıntı yapılamaz.
Comments by Ufuk Onen